Sayın Hâkim;
Casus FETÖ Terör Örgütü devlet içinde örgütlenip, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk İstihbarat Teşkilatı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Türk Yargısı ve sonuç olarak Türk Milleti ve Türk Devleti’ne karşı; Ergenekon Balyoz, casusluk, MİT müsteşarının tutuklanması ve MİT tırları operasyonlarını yaparken, Erdoğan Başbakandı. Ve Recep Tayyip Erdoğan 15 Temmuz sonrasında “Rabbim ve Milletim beni affetsin.” diyerek; FETÖ ile yapılan iş birliğinin, FETÖ’ye, devlet kurumlarını teslim etmenin yanlış olduğunu, bundan pişman olduğunu ifade ve kabul etmiştir.
Sayın Hâkim;
Bu yanlış politikaların, bütün Haçlı Seferlerinden daha fazla, Türk Devleti’ne zarar verdiğini söyledim. Çünkü Haçlı Seferleri, Anadolu’ya dışardan, Avrupa’dan geldi. Ancak son Haçlı Seferi FETÖ, Anadolu’dan bir beşinci kol olarak ülkemize saldırdı. Erdoğan, son Haçlı Seferi olan FETÖ’ye karşı önlem almakta çok gecikmiştir.
2003 yılında, MGK’da, FETÖ’nün bir Haçlı Seferi casus örgütü olduğu konusunda yapılan uyarıyı ciddiye almayan Erdoğan; 2015’e kadar, Türk Devleti’nin ve sonunda Ak Parti iktidarının, en yakın mesai arkadaşlarının hedef alınmasının önünü açmıştır.
FETÖ, Haçlı Seferi olduğunu da gizlememiştir. Haçlı Seferlerini olumlu gören FETÖ terör örgütü elebaşı Fettullah Gülen, 20 Ağustos 2016 tarihinde “Haçlı’nın ülkenizi işgal etmesi çok tehlikeli değildir. Çünkü sizinle onlar arasında kırmızı çizgiler vardır. Bir kere onlar sizin kadınlarınıza, kızınıza ilişmezler, mabedinize ilişmezler, ilişmemiş haçlılar...” demiştir. (Farklı Boyutlarıyla FETÖ-PYD, Ankara 2019, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.93, Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı:30.01.2019/6)
FETÖ elebaşı; Papa 2. Jean Paul’a Şubat 1998 tarihli mektubunda, “…Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan dinler arası diyalog için papalık konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz...” demiştir. Hatta FETÖ elebaşı ve yanındakiler, Vatikan ziyaretlerinde, Papa’nın elini öpmüşlerdir. Aynı şekilde Erdoğan ve Ak Parti tarafından büyük tarihçi kabul edilen, “Amerikan kuklası bir halife gelse, gelsin de kim gelirse gelsin. Hilafeti geri getirelim.” “Keşke Yunan galip gelseydi, ne hilafet yıkılırdı, ne şeriat kaldırılırdı, ne medrese lağvedilirdi, ne hocalar asılırdı, hiçbiri olmazdı” sözlerinin sahibi olan Kadir Mısıroğlu’nun hocası, Şeyh Nazım Kıbrısi de Papa’nın özel olarak kendisini ziyarete geldiğini beyan etmiş ve adamlarına Papa’nın elini öptürtmüştür. Papalık tarafından, defaatle dinler arası diyaloğun amacının, özellikle Asya kıtasının Hıristiyanlaştırılması olduğu belirtilmiştir. Papa 2. Jean Paul’un 1999 yılında yaptığı Noel Konuşmasının iyi anlaşılması gerekir. Papa konuşmasında “...Birinci bin yılda Avrupa’yı Hıristiyanlaştırdık, ikinci bin yılda ise Afrika ve Amerika kıtasını, üçüncü bin yılda ise hedefimiz Asya’dır…”, “…Kilisemiz, bütün insanlığın mutluluğu içindir. Dinler arası diyaloğun bizim için anlamı, bütün insanları İncil’e ve Kilise’ye yani Hıristiyanlığa ulaştırma yoludur…” demiştir.
Dinler arası diyalog toplantıları; öncelikle Müslümanları, İslam hakkında şüpheye düşürme keza sinsi bir şekilde Hıristiyanlaştırma, etnik kimlikleri ön plana çıkarma, İslam’ı bir nevi Protestanlaştırma ve özünden uzaklaştırma planlarını bünyesinde taşıyan, Vatikan merkezli post modern bir misyon hareketidir. (Din İstismarı ve FETÖ Gerçeği, İstanbul, 2018, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s. 128)
Bilindiği üzere FETÖ elebaşının da cenazesi, İslam’ı usullere göre değil Protestan usullere göre gömülmüştür. Türkiye’deki kurumsal dini düşünceyi yozlaştırma maksadına matuf bu çaba, İslam dinini temel bilgi ve meşruiyet kaynaklarını (Kuran-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in sünneti) zayıflatma amacı taşımaktadır. (FETÖ Fettullahçı Terör Örgütü İç Güvenlik Gelişmeleri serisi:3,2019, T.C. İçişleri Bakanlığı İç Güvenlik Stratejileri Dairesi Başkanlığı s.34)
Yüksek öğretim, milli eğitim, diyanet ve devletin kritik noktalarını ele geçiren FETÖ, Türk Milleti’ne karşı bu inançsızlaştırma ve Hıristiyanlaştırma planını uygulamıştır. FETÖ ele başı “Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” demiştir. (FETÖ Elebaşı Küresel Barışa Doğru (Kozadan Kelebeğe-3) s.131)
AKP ve Erdoğan’ın bütün istediklerini vermesi sayesinde, devletin imkanlarını kullanan FETÖ, benzeri propagandalarla, Türk Milletine inkültürasyon projesini uygulamıştır. Bin yıldır malıyla, canıyla Haçlı Seferlerine karşı mücadele eden bu milletin çelik zırhına, imanına saldırarak inançsızlaştırmaya çalışmıştır. Resullullah Hz. Muhammed’e olan her türlü sevgiyi din dışı addeden Vehabiliği, ajanlarıyla kurdurarak, Osmanlı’nın sonunu getiren Batı; aynı inançsızlaştırma araçlarıyla ve FETÖ eliyle Türk gençlerini inançlarından uzaklaştırmıştır.
Erdoğan, son Haçlı Seferi FETÖ’nün, devletin içinde devlet kurmasına, Erdoğan’ın ifadesi ile “paralel devlet”kurmasına izin vererek; Türk Devleti’nin, bütün Haçlı Seferleri’nden fazla zarar görmesine yol açmıştır.
Yaptığım bu tespit, düşünce hürriyeti kapsamında ifade edilmiş bir siyasi eleştiridir.
Erdoğan’ın son Haçlı Seferi FETÖ ile mücadelesi ancak 2011 seçimlerinden sonra çok yavaş başlamış, 17/25 Aralık 2014’ten sonra güçlenmiş ancak 15 Temmuz 2016’dan sonra gerçek bir mücadeleye dönüşmüştür. Özetle Erdoğan’ın son Haçlı Seferi FETÖ ile mücadelesi 2014 sonrasında başlamış olsa da bu, daha önce gerçekleşen tahribatın varlığını ortadan kaldırmamaktadır.
Erdoğan anılan politikalarını eleştirdiğim dönemde “Cumhurbaşkanı” değil “Başbakan”dır. Diğer bir ifade ile söz konusu eleştiriler teknik olarak Cumhurbaşkanının değil Başbakanın politikalarına yöneliktir.
Sayın Hâkim;
Erdoğan, savunmamın başında bahsettiğim ve benim verdiğim cevap sebebiyle yargılandığım konuşmasında; Atatürk döneminde izlenen politikaları, Türk Milleti’nin kültür ve tarihine zarar verdiğini ifade etmiştir. Oysa Erdoğan döneminde, Türk Milleti’nin geniş kesimleri, Allah ile Türk milletinin manevi değerleri ile milletimizi aldatanlardan dolayı, dinlerinden soğumaya başlamış ve Erdoğan döneminde deist, ateist sayısı yüzde on altıyı aşmıştır.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Din İşleri Yüksek Kurulu’nun karar ve yayınlarında bu durum: “Türkiye’de deizm ve ateizmin artması, Müslümanların sözleri ve fiilleri arasındaki uçuruma ahlak bağlamında bir tepki” şeklinde açıklanmıştır. (Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı-Güncel İnanç Problemleri, sf.53, İstanbul Aralık 2020, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı: 05.02.2020/5)
Görüntüde dindar görünen bazı kişilerin, dünyevi veya şahsi çıkarı söz konusu olduğunda, tam tersi bir davranış ve tepki gösterdiği görülen bir gerçektir. Bu durum “gösterişçi dindarlık/şov Müslümanlığı” olarak kavramsallaştırılmıştır. Ülkemiz ve İslam coğrafyası üzerinde düşündüğümüzde; dindarlık görüntümüz ile günah ve dünyevi olanı haksız elde etmeye yönelişimiz tam bir çelişki arz etmektedir. Bu gerçek ekonomik veya siyasi kriz zamanlarında tavan yapmakta fırsatçılık adeta en geçerli akçe konumuna yükselmektedir. Dindarların bu çelişkileri, dindar olmayan çevrelerin yaşantılarını daha bir tahkim etmekte ve onları dinden ve dini alandan uzaklaştırıcı bir etken olmaktadır. Günümüzde deist veya ateist olduğunu iddia eden kişilerin bu yöne gitmesindeki temel etkenlerin dindarlar tarafından sergilenen bu ahlaki çelişkiler olduğu kendi beyanlarından anlaşılmaktadır. Onların bu çelişkileri, dindarlar üzerinde sürekli görmeleri kendi ateist ve deist duruşlarını da güçlendirmektedir. Böylece takva boyutunu yakalayamamış Müslüman kişi; yaşantısıyla, doğrudan dine zarar verirken dolaylı olarak da din karşıtı akımların güçlenmesine ve insanların oralara doğru kaymasına katkı sağlamaktadır. (Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı-Güncel İnanç Problemleri, sf.154, İstanbul Aralık 2020, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı: 05.02.2020/5)
Din ve dini değerlerin, tarihi geçmişi olmasına rağmen, son zamanlarda giderek artan bir biçimde, bir kısım dini görünümlü cemaat, tarikat ve gruplar tarafından, ticari ve siyasi yönden dünyevi amaçlar için istismar edilmesi; dinin ve dine bağlılığın, insanlar katında değerini düşürmektedir. Bu durum, bazı insanları dinden uzaklaştırarak dinsizliğe ve ateizme sürüklemektedir. Dinin ticari ve siyasi ikbal için istismar edilmesi, düpedüz Kuran’ın ruhuna, İslam’ın evrensel ve ebedi amaçlarına aykırıdır. (Selim Özarslan, Ülkemizde Ateizme Yönelme Sebepleri, Diyanet İlmi Dergi cilt:55 sayı:4 Ekim-Kasım-Aralık 2019, sf. 1022)
Sayın Hâkim;
2011 sonrasında 5 milyon kayıtlı ve 2 milyon kayıtsız Suriyeli, 2 milyon Afgan, 2 milyon Afrikalı ile İranlı, Pakistanlı, Rus, Ukran ve sair 2 milyon sığınmacı ve kaçak Anadolu’ya sokulmuştur. Bu durumun milli dokumuzu bozmasının yanında; gelenlerin içerisinde yüksek sayıda Selefi cihatçı zihniyette kişiler mevcuttur. Selefiler, Bektaşilik dahil ehlisünnet geleneğinden gelen cemaat ve tarikatların baş düşmanıdır. Emperyalizm tarafından kullanılmaya en yatkın gruplardan birisi olan Selefilik’e örnek olarak İŞİD ve El-Kaide verilebilir. Maalesef ki milyonlarca sığınmacı ve kaçağın kontrolsüzce ülkemize akın ettirilmelerinin sonucu olarak, Selefilik de Anadolu içerisinde hızla yayılmaktadır. Anadolu’nun demografisinin bozulması, Türk Milleti’nin kültür ve inancının bozulmaya çalışılması, Türk Devleti’ne casusların sokulması, Erdoğan’ın beyanlarıyla devlet kurumlarının resmî açıklamalarıyla doğrulanmaktadır.
Sözlerimde Erdoğan’ın kişiliğini hedef alan hiçbir hakaret unsuru yoktur. Eylem ve politikalarının eleştirisi vardır. Bunları Erdoğan’ın kendisi söylemekte, kabul etmekte ve hatta “Rabbim ve Milletim beni affetsin”diyerek, pişmanlığını dile getirmektedir.
Erdoğan’ın kendisinin kabul ettiği, benimsediği fikirlerinin tarafımca dile getirilmesi, Hakaret fiilinin TCK kapsamında tanımlanan unsurlarına uygun düşmediği için isnat edilen fiilin sübuta erdiğini kabul etmek mümkün değildir.
Sayın Hâkim;
Son olarak; sahip olduğum devlet terbiyesi sebebiyle, tüm Türk vatandaşlarının edinmesi gerektiğini düşündüğüm bir düstura değinmek zorundayım.
Ak Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı en sert şekilde yıllardır eleştiriyorum. Bu eleştirilerimden dolayı hiç hakaret iddiası ile hakkımda soruşturma açılmadı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı eleştirdim, ancak hiç hakaret etmeyi düşünmedim. İzlediği politikalar ve yanlış bulduğum açıklamalardan ötürü ne kadar öfkelensem de hakaret etmeyi düşünmedim. Çünkü ister Cumhurbaşkanına hakaret için yasal düzenleme olsun ister olmasın; Recep Tayyip Erdoğan, armasında 16 Türk Devleti’nin varlığının ifade edildiği kadim Türk Devleti’nin son halkası olan Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet başkanıdır. Benim geldiğim ve mensubu olmaktan şeref duyduğum Türk Milliyetçisi siyaset geleneğinde devlet başkanlarına hakaret edilmez. Siyasi olarak eleştirsek dahi, önünde Türk Sancağının eğildiği tek makam olan Türk Devlet Başkanı’na hakaret edilmez. O makamda olduğu sürece, o makama saygımızdan ötürü Cumhurbaşkanlığı makamını ve makamın onurunu sadece korumak değil aynı zamanda iç ve dış düşmanlara karşı savunmak da her namuslu Türk Cumhuriyeti yurttaşının görevidir. Ayrıca sayın Cumhurbaşkanı bilmektedir ki Ümit Özdağ gerek 15 Temmuz gerek 15 Temmuz sonrasında gerçek ve muhtemel saldırılara karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin yanında, FETÖ gibi yapılanmalara karşı durmuştur.
Bununla beraber, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı makamında oturan herkesten, Erdoğan dahil, İstiklal Harbimiz Başkomutanı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e saygı duyulmasını beklemek de bizim milli namusumuza düşen görevdir.
Aynı şekilde Cumhurbaşkanı olsa dahi; hataları söylemek ile hakaret etmeden ve eleştiri sınırlarını aşmadan eleştirmek, savunmamda bahsettiğim yargı kararlarında da belirtildiği gibi bir “yurttaşlık görevidir”.
Nitekim benim burada bir başka davadan ötürü tutuklu bulunmamın nedeni, terörsüz Türkiye adı verilen, Öcalan ve PKK terör örgütü ile yapılan ikinci müzakere sürecine Zafer Partisi’nin karşı çıkmasıdır. Birinci terörle müzakere sürecinde analar ağlamasın diyerek yola çıkılmıştı. Elbette analar ağlamasın ancak müzakere ederek bir anlaşma sağlamaya çalıştığınız yapı, sorumlu, namuslu, sözüne güvenilir insanlar topluluğu değil ki. Aksine bu yapı Türkiye’ye düşman her devlet ile açık kapalı iş birliği yapmış, uyuşturucu dahil her türlü kriminal faaliyetin içinde olan bir katiller çetesidir. Bu çetenin yöneticilerinin, binlerce insanı hiç acımadan ölüme gönderdiğini, binlerle asker ve sivili şehit ettiğini biliyoruz. Bundan dolayı birinci terörle müzakere süreci sonunda analar daha fazla ağlamıştır. Üstelik birinci terörle müzakere sürecinden istifade eden PKK; YPG adı altında Türkiye’nin göz yumması, hatta 2013’e kadar desteği ile Suriye’nin kuzeyinde yapılanma ve işgal fırsatı bulmuştur. O zaman PKK ile müzakere olmaz diye uyarmıştık, bugün de uyarıyoruz. Terörsüz Türkiye, Allah korusun, daha fazla terörlü bir Türkiye’ye yol açmamalıdır. Terör örgütü ve arkasındaki emperyalist güçler; 20. yüzyılın başında, Musul-Kerkük’ü vatandan kopararak petrol kaynaklarımızı gasp ettikleri gibi 21. yüzyılın başında da Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgelerimizi kopararak, hem su kaynaklarımızı gasp etmeyi hem de Türkiye ile Türk Dünyası arasındaki bağı kopartmayı amaçlamaktadırlar.
Dün olduğu gibi bugün de; PKK’ya güvenmenin doğru olmadığını söylüyorum, Zafer Partisi söylüyor. PKK’yı tatmin etmek için Anayasamızı değiştirmeyelim. Milli üniter ve laik devletten vazgeçmeyelim. PKK, gerçekten şartsız teslim olacak ise kimse buna karşı çıkmaz. İşte bugün, benim burada olmamın nedeni; PKK ile müzakere değil, mücadele edelim dememdir.
İktidarın çok sevdiği bir propagandist gazeteci vardır. İsminin baş harfleri ROK’tur. ROK, Öcalan ile müzakerelerin de gayrı resmi sözcüsüdür. ROK, İmralı süreci başladığı zaman; “Bu süreçte Türk Milliyetçiliği yapana, bedel ödetecekler.” demiştir. Ben şimdi Silivri’de tutuklu olarak, Öcalan için rehin tutularak, bu bedeli ödüyorum.
Allah, Türk Milletini ve Türk Devletini korusun. Ben bu bedeli, hayatım boyunca güvenliği için mücadele ettiğim, Türk Milleti ve Türk Devleti için elbette öderim. Ben burada bulunarak; şehitlerimizin aziz anılarına, gazilerimizin değerli varlıklarına saygı duruşunda bulunuyorum.
Sayın Hâkim;
Sonuç olarak, suç unsuru olduğu iddia edilen sözlerim; yukarıda açıkladığım gerekçelerle, siyasi eleştiri sınırlarını aşmadığından, beraatımı talep ederim.
Anayasamızın 138. maddesinin 1 ve 2. fıkraları; “Hakimler görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasa, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.
Hiçbir organ, makam veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında, mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz.” şeklinde düzenlenmiştir.
Bir Alman köylüsünün Berlin’de hakimler var diyerek, kralına kafa tuttuğu bir dünyada, Türkiye’de hakimlerin olduğunu, bazı vicdanların ve onurların, tek efendisinin sadece onur ve vicdan taşıyan o kişiler olduğunu biliyoruz.
“Adalet mülkün temelidir” düsturunu, sadece duvarda yazan bir yazı olmaktan çıkarıp, Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli yapacak olan husus; sizin, Anayasaya, yasalara, hakkaniyete ve hukukun diğer kaynaklarına uygun olarak ve Türk milleti adına, milletin vicdanına uygun ve bağımsız olarak vereceğiniz hükümdür.
Tüm Türk Milletine ve bağımsızlığını koruma mücadelesi veren Türk yargı mensuplarına saygılarımı sunarım.
1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm