Parti Sözcümüz Azmi Karamahmutoğlu, partimizin haftalık olağan basın toplantısında Türkiye gündemini değerlendirdi.
Azmi Karamahmutoğlu: “Geçen haftanın ve önceki haftaların kısa bir özetiyle ilgili Zafer Partisi'nin politik görüşünü aktarmaya çalışacağım. 5-6 gün önce Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne Zafer Partisi olarak bir ziyaret düzenledik. Sayın Genel Başkanımız Prof. Ümit Özdağ'ın beraberinde eski Devlet Bakanımız ve Zafer Partisi Genel Başkan Yardımcısı Sayın Şükrü Sina Gürel Bey ile birlikte Kıbrıs'taydık.
Bilindiği gibi önümüzdeki pazar günü yani 19 Ekim tarihinde Kıbrıs'ta bir Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak ve Türkiye politikalarının yanında duran görevdeki Cumhurbaşkanı Sayın Ersin Tatar'ın yeniden seçilebilmesi, Türkiye'nin takipçisi olduğu politikaların devamı olacağı anlamına gelmekle birlikte, karşısındaki muhalif kesimin adayı olarak seçmen karşısına çıkacak olan sayın adayın ise, takip edeceği politika Türkiye'nin izlediği yolda da pek örtüşmeyen politika olduğundan dolayı bir ayrışma söz konusu.
Burada Zafer Partisi'nin Kıbrıs'taki seçmenin iradesine bir müdahalede bulunmak gibi bir tercihi yoktur. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vatandaşlarının kendilerinin yapacağı bir seçimdir ve onların alacağı karardır. Biz sadece orada seçmenin ne düşündüğünü anlamak için sahada, yerinde görmek istedik ve gittik. Bir de Zafer Partisi'nin politik olarak ilkesel duruşunu aktardık.
Bizim durduğumuz yer, Kıbrıs'ta sadece dört tarafı sularla çevrili olduğu için adeta farklı bir model biçilmek istenen iki farklı milletin, iki farklı kültürün, dili ayrı, dini ayrı, milliyeti ayrı, iki farklı topluluğun tek bir devlet çatısı altında yaşatılması gibi yapay bir oluşumun geçmişte olduğu gibi arızalar doğuracağı ve yürümeyeceğini anlatarak iki ayrı bağımsız devletten yana olduğumuzu anlatmak için Kıbrıs'a gitmiştik. Anlattık ve anlaşıldığını umuyoruz.
Fakat şunu dikkatinize çekmek isterim ki, şu gün eğer Kıbrıs'a gidebiliyorsak, orada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kırkıncı yılında halen daha varlığını sürdürebiliyorsa ve 51 yıllık bir devlet geleneğine sahipse, Kıbrıs Türk Federe Devleti’nden başlatırsak şayet ve mavi vatan diye konuşabiliyorsak, Doğu Akdeniz diye konuşabiliyorsak, Antalya sahilinden itibaren Akdeniz'e açılabiliyorsak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin varlığı sayesindedir. Onun Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf Denktaş'ın varlığı ve lider merhum Fazıl Küçük'ün varlığı sayesindedir tüm bunlar.
Oysa biz bu milli politikayı, bu milli duruşu ve beraberinde milliyetçi politikayı takip etmemiş ve iş başındaki Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümeti'nin politikalarını ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın politikalarını takip etmiş olsaydık, bugün Kıbrıs seçimlerini konuşuyor olmayacaktık ve biz o adaya Zafer Partisi olarak gidemeyecektik ve bugünkü hükümetin temsilcileri, bakanları da oraya gidemeyecekti.
Çünkü 2004 yılında bir “Annan Planı” gerçeğini yaşadık. AKP iktidarının ilk yılında yaşanan bu felaket, ne iyi ki Rum-Yunan ikilisinin kendileri adına gafletleri yüzünden, açgözlülükleri, gözü doymazlıkları yüzünden Rum-Yunan ikilisi sayesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Türk'ün elinde kaldı ve varlığını sürdürüyor.
O gün hatırlayınız, merhum Denktaş’ı adeta küçük düşürmek istercesine, o dev adamın dev yüreğini kırarak Kıbrıs'a göndermişti dönemin Sayın Başbakanı Tayyip Erdoğan Bey. “Git ülkende propaganda yap” demişti ve geleneğin dışına çıkarak KKTC'nin varlığına itiraz eden bir siyasi geleneğin liderini Mehmet Ali Talat'ı Cumhurbaşkanı seçtirmişti.
Evet, buradan AKP hükümeti Kıbrıs'taki seçimlere müdahale ederek Mehmet Ali Talat'ı seçtirmişti. Yetmez, devamında Mustafa Akıncı'yı bir diğer Rum politikaları yanlısı olan yani bağımsız KKTC'nin varlığına rıza göstermeyen Sayın Mustafa Akıncı'nın Cumhurbaşkanı seçilmesi için çalışmıştı.
Şimdi aynı AKP hükümetinin aynı politikaları devam ettirmediğini, milli ve milliyetçi bir çizgiye geldiğini pek ikna edici bulmuyoruz. Bunu sahada da gözlemledik. Sayın Ersin Tatar'a verilen ve verilmeyen desteği Zafer Partisi olarak gözlemledik ve AKP hükümetinin geçmişteki deneyimlerinden hareketle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin varlığı ve Kıbrıs meselesinin çözümüne ilişkin bizimle aynı zeminde durmadığını bir Türk milliyetçisi olarak çok rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü farklı farklı kavramlar da dolaşıma sokuluyor. Annan Planı içine sokuşturulmuş bulunan Kıbrıs Türk Devleti, Kıbrıs Rum Devleti gibi kavramlar çok matah bir şeymiş gibi bugünlerde ele alınıp sunuluyor. Sanki adeta meydan okurcasına, Kıbrıs Adası'nın tamamını genellercesine bir Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kıbrıs Türk Devleti adlandırması yapılıyor.
Bakınız, böylesi bir değişim evvela 1983 yılında ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti ile birlikte biriktirdiğimiz 41 yıllık devlet birikimini, deneyimini ve uluslararası müzakerelerde kat edilmiş mesafeleri, birikmiş dosyaları hepsini çöp etmek anlamına girecektir. Kaldı ki 1983'te değil, 1975 Kıbrıs Türk Federe Devleti'nden başlatacak olursak, 51 yıllık bir devlet deneyimini çöp etmiş demek olacaktır. Bu geçmişi yok sayamayız. 1974 öncesi geçmişi yok saymadığımız gibi, 1974 sonrası Kıbrıs Türklerinin devlet deneyimine ilişkin geçmişini de yok sayamayız. Bu sebeple bu bahisle ilgili sözümü bitirirken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adlandırması verildiğinde, Kurucu Cumhurbaşkanı Denktaş'a sorduğunda, oğlu Sayın Serdar Denktaş Bey, ona verdiği cevabı bilginize aktarmak istiyorum. Şöyle açıklamıştı: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti'nin tanımını şöyle yapmıştı: “Kuzey Kıbrıs bizim coğrafyamızın adıdır, Türk milletimizin adıdır, Cumhuriyet rejimin yönetim şeklinin adıdır” diye söylemişti. İşte Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti budur, yaşamalıdır, yaşatılmalıdır. Yaşasın bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti diyerek bir diğer gündeme ilişkin bir diğer bahse geçmek istiyorum değerli konuklar.
Dün özellikle Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Mansur Yavaş Bey'e açılacak olan soruşturmayla ilgili ve bu soruşturmaya ilişkin izin alınmasıyla ilgili haberlerle Türkiye çalkalandı. Oysa bu beklenen bir şeydi. Çünkü 19 Mart'ta İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sayın Ekrem İmamoğlu'na yönelik belediye başkanlığından onun el çektirilmesi, ardından özgürlüğünden yoksun bırakılarak hapsedilmesi bir siyasi hesaplaşmaydı. Sandığa dönük, gelecek seçime dönük bir siyasi hesaplaşmaydı. Rakibini yargı marifetiyle saf dışı, yarış dışı bırakma müdahalesiydi. Öyleyse Ekrem İmamoğlu'nu yargı marifetiyle yarış dışı bırakan muktedir, bir diğer rakibini hayatta bırakır mıydı? Bunu o günlerde de konuştuk her programda. Bırakmazdı ve galiba o günlere geldik.
Şimdi Sayın Mansur Yavaş'a aynı tehditler yapılıyor. Çünkü yaptırdıkları kamuoyu yoklamaları, anketler önlerine geliyor ve hukuk anket sonuçlarına bakılarak işletiliyor adeta. Yani kamuoyu yoklamalarından gelen sonuçlar mı yargıyı harekete geçiriyor diye sormadan edemiyoruz.
Bir diğer yanıyla bu soruşturmadan birkaç gün evvel sanatçıların anlamsız bir şekilde sabah erken saatlerinde evlerinden adeta itibarsızlaştırmaya çalışılarak alındıklarını gördük, yaşadık. Ve devamında bunlara dönük Cumhur İttifakı iktidarının bir bileşeni olan Milliyetçi Hareket Partisi'nin komisyondaki Milletvekili Fethi Yıldız'ın sanatçılara dönük olarak siyasetle ilgilenmemelerini telkin eden paylaşımlarını gördük, yazılarını gördük.
Buradan şu sonuca çok rahatlıkla varabiliriz: Bilindiği gibi Cumhuriyet Halk Partisi'nin dışındaki belediyelerde, özellikle AKP'li belediyelerde ve AKP'li bakanlıklarda yani AKP Hükümeti iş başında bulunduğundan beri, hatta Cumhurbaşkanlığı ondayken de Abdullah Gül zamanında da özellikle milli bayramlarda bir duyarsızlık, bir etkinsizlik, faaliyetsizlik söz konusuydu.
Hastalanırlardı, tam o gün hastaneye yatanlar olurdu. Değişik sebeplerle yurt dışı seyahatlerinde olurdu. Cumhurbaşkanı hastalanırdı, Başbakan da yurt dışı seyahatlerinde olurdu. Yani bu milli bayramların, Cumhuriyet bayramlarının kutlanmaması için çeşitli bahaneler yaratılırdı. Fakat AKP’de olmayan belediyeler eliyle bu milli bayramlar coşkulu, şenlikli şekillerde kutlanırdı. Konserler verilirdi.
Şimdi bu milli bayramların kutlanmaması, yani şenlikli bir şekilde etkinliklere dönüştürülmemesi için bir yandan sanatçıların üzerine baskı yapılıyor, diğer yandan da bu tip konserler üzerinden belediyelerin, belediye başkanlarının üzerine baskılar yapılıyor. Nitekim iki hafta sonra kutlayacağımız 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nda hangi belediyelerin şenlikli şölenler, kutlamalar yapmaktan vazgeçip vazgeçmedikleri bu iddiamızın da göstergesi olacaktır.
Millilik yanında, milli cephe böylesine geriletilirken, diğer yanıyla Türk demokrasisini ve ülke bütünlüğünü hem toplumsal hem egemenlik hem de devletin bütünlüğünü hedef alan, bir yıl evvel başlatılmış bulunan ve adına “çözüm süreci” dedikleri, bizim için “ikinci ihanet süreci” diye adlandırdığımız ve pazarlık masası olarak gördüğümüz sürecin sonunda geldiğimiz aşama, şımartılmış, küstahlaştırılmış, bölücü siyasetin artık ülkede despotizm talebinde bulunduğu günlerden geçiyoruz.
İki gün evvel Dem Parti’nin Milletvekili Pervin Buldan, bölücü başının talebini kamuoyuna açık olarak dile getirdi ve daha fazla baskı istediler. Hem yargısal baskı istediler hem de medya üzerinden baskı istediler. Muhalefet partilerinin, muhalefet kesiminin ve medyanın sürecin aleyhinde yazı yazmaması, sürecin içindeki terör ayağına ilişkin kullanılan dilden rahatsızlık duyduklarını dile getirdiler ve baskı istediler. Doğrudan açıkça Pervin Buldan, Cumhurbaşkanı'na ve AKP hükümetine ve Cumhur İttifakı iktidarına dönük olarak baskı istediğini, tiranlık çağrısı yaparak duyurdu. Değerli arkadaşlar, bu Türkiye'mizde demokratik yaşam için Cumhur İttifakı içerisine dahil olduktan sonra Dem Parti, bu Cumhur İttifakı daha bir tehditkâr ve tehlikeli hale gelmiştir Türk demokrasisi açısından. Ve diğer yanıyla da bu zihniyetin, yani vatandaşı seçmenleştirmek için terörü vasıta olarak kullanan, siyaset yapmada terörü araçsallaştıran bu siyasetin güç elde ettiğinde nasıl bir yönetim sergileyeceğine ilişkin apaçık göstergeler sergilemiştir Pervin Buldan’ın bu açıklaması. Yani siyasi partilerinizi ve Allah göstermesin ülkeyi despot, tiran yöntemlerle bir terör örgütünü yönetir gibi yönetmek arzusunda olduklarını ortaya koydular. Bütün bu geldiğimiz aşamaya bizi taşıyan basamaklar, bölücü başının ayağına gitmek, etnik bölücüleri böylesine şımartmış ve küstahlaştırmıştır. Küstahlaşan bu terörün siyaseti kendi kitlesinin gururunu okşar ve gururunu kabartırken, Türk toplumunun onurunu zedeleyici söz, söylem ve eylemlerde bulunmaktadır.
İşte itirazımız ve verdiğimiz yanıtlar, karşılıklar, cevaplar tam da buradan kaynaklanmaktadır ve bu sebepledir. Devamla Cumhuriyet Halk Partisi'nin bu sürecin bir parçası olmaması gerektiğini söylemiş ve kurulmuş olan komisyon pazarlık masasında olmaması gerektiğini defalarca ifade ettik. Bu pazarlık masasındaki varlığı Cumhuriyet Halk Partisi'nin devam etmemelidir. Cumhuriyet Halk Partisi açıklık ve şeffaflık adına hiçbir yasal dayanağı olmayan bu komisyon pazarlık masasından bir an önce kalkmalıdır. Çünkü partinin kendisine de seçmen düzeyinde zarar vermektedir bu durum.
Geçen hafta basın toplaması yapamadığımız için pek ele alamadığımız Amerika Birleşik Devletleri’ne yapmış olan ziyarete ilişkin olarak da Zafer Partisi'nin görüşünü ortaya koyarken, henüz daha dün yapmış olduğumuz Zafer Partisi'nin Tarım Çalıştayıyla ilişkili olarak bağlamak istiyorum. ABD ziyaretinde elde kalan adeta siyasal kapitülasyonlar çağrışımı yapan bir hal oldu. Hem ekonomik ayağı var hem yönetime ilişkin ayağı, ülkenin hukukuna, yasalarına ve anayasasına ilişkin ayağı var. Bu sebeple “siyasi kapitülasyonlar” diyorum. Sıvılaştırılmış doğalgaz anlaşması 50 milyar doları aşkın bir rakam. 2045 yılına kadar yapılmış olan bir anlaşma. ABD ülkesinden buraya diye yapılmış, akıllara ziyan bir açıklama.
Fakat belki de bundan daha sakıncalı olan, Türkiye ekonomisi ve Türk çiftçisine darbe indiren bir tarım anlaşması söz konusu oldu. Bu tarım ürünlerinin ABD'den ithal edilecek olan bazı tarım ürünlerinin gümrüklerinin sıfıra indirilmesi anlaşmasıdır ki bunların arasında ilk dikkat çekenler pirinç, tütün, badem, ceviz ve Antep fıstığı gibi ürünler. Bunlarda gümrük oranı sıfıra inmiş vaziyette. Oysa sadece bu kalemlerde bizim üreticimiz zaten maliyet fiyatının altında satış yapmak zorunda kalıyor. Ve üretim maliyetlerindeki girdi kalemlerinin yüksekliği, mazottan işçiye kadar yüksekliğinden dolayı uluslararası piyasada rekabet edemez haldeyken ABD'den ora sübvansiyonlu tarımsal ürünlerin ülkeye sıfır gümrükle sokulması demek, buradaki çiftçinin tamamen bitirilmesi anlamına gelecektir. Orada bir emperyal güç vardır ve bu emperyal güç ABD, kâh parmak sallayarak, kâh sırt sıvazlayarak, sandalye çekerek ülkeleri sömürme politikasını artık canlı yayınlarda bir performans olarak sergilemekte.
Bu ziyaretin devamındaki elde kalan bir diğer sakıncalı durum ise Heybeliada Ruhban Okulu'na ilişkindir. Amerika Birleşik Devletleri’nden gelen ve siyasi kapitülasyonlar anlamı taşıyabilecek olan bu istek, Türkiye'nin eğitim sistemine dönüktür.
Eğitimde birlik yasası, Tevhid-i Tedrisat Kanunu esasına aykırı bir taleptir. Çünkü 1971 yılındaki Anayasa Mahkemesi kararı elimizdedir. Diğer yanıyla 625 sayılı yasayla tüm özel yüksek okullar devlete bağlanmıştır. Buna yönelik olarak hukukumuza müdahale eden, yine sömürgeci bir küstahlıkla Heybeliada Ruhban Okulu'nun bu yasalar çiğnenerek açılması istenmiştir. ABD tarafından Türk hükümetine iletilmiştir.
Her halükârda bir Türk hükümeti olan Cumhur İttifakı iktidarı, AKP hükümeti, ABD'nin bu emperyal küstahlığına rıza göstermemelidir. İş başındaki hükümeti, Türk hukukundan, anayasadan, yasalardan ve Türkiye'nin birliğinden, bütünlüğünden yana olmaya çağırıyoruz. Bu çağrımıza uyduğu takdirde Zafer Partisi, anti-emperyalist duruşta hükümetin yanında durur. Anti-emperyalist mücadelede her siyasal grupla ve her sivil toplum örgütüyle yan yana durur.”
